Claudia Chamberlain Rütbesini Almamış Üye
Karakter Yaşı : ~ Rp Partneri : ~ Mesaj Sayısı : 1 Kayıt tarihi : 03/06/11
| Konu: Claudia Chamberlain Cuma Haz. 03, 2011 9:32 pm | |
| - Örnek Rp 1 - ilk kısım flashback diğer kısım rp'dir.:
Bundan tam 235 yıl önce 30 Kasım 1765 yılında Benjamin Franklin’in tamda elektriği yeni keşfettiği zamanlarda doğdum. Soylu İrlandalı bir ailenin tek erkek çocuğuydum. Babam arşidük soyundan gelen bir asilzadeydi annem ise İngiliz olan soyunun William Cecil’e dayandığını her zaman gözümüze sokuşturup durmuştu. Bunun içindir ki inatla adımın Cecil olmasını istemiş ve babamın karşı çıkmalarına rağmen adım Cecil olarak kalmıştı. Babamın bu isme neden karşı çıktığını hâlâ anlayabilmiş değilim gerçi. Sanırım bir İngiliz yerine bir İrlandalı ismini bana daha çok yakışırdı diye düşünmüş olmalıydı, ya da ben böyle bir fikre kapılmıştım. Çevremdeki insanlar şanslı bir velet olduğumu söyleyip dururlardı. Doğrusu altı kız çocuğundan sonra ailenin tek erkek çocuğu olmak çok fazla şans işi değildi bana göre, tam aksine benim kör talihim olmalıydı bu yine de çok iç açıcı olmasa da ben her zaman mutlu olmasını bilmiştim. Belki de biraz şımartılmış bir çocuktum bazılarına göre, ama işin iç yüzü hiçte öyle değildi ve ablalarım her ne kadar üzerime titriyor gibi görünseler de onların içlerinde bana dair oluşan kıskançlığı hissedebiliyordum. Beni seviyor ve bana hayranlık duyuyor gibi görünen birçok yüz aslında sadece benden nefret ediyor ve babam olmadığı zamanlarda çocukça davranışlarla ya çimdikleniyor ya da azarlanıyordum. Aslında bir nevi bana düşmanlık beslemelerinde hak vardı. Eğer soylu bir aile isen bir erkek evlat o aile için çok önemliydi ve erkek evlat dünyaya gözlerini açınca kız evlatların pabuçları dama atılırdı. Onlar annemiz ve babamız tarafından benim kadar çok sevilmez ve ilgilenilmezdi. Her biri bir şaperonun ve bir dadının eline bırakılmışlardı. Ben ise onlardan tamamen farklı bir ilgi görüyordum. Çocukluğumun geçici zamanlarından ergenliğe doğru ilerlediğim o günlerde onları anlamaya başlamıştım. Ailenin tek erkek evladı olarak en büyük miras bana kalacaktı. Yinede bu anlayışlı tavırlarım benim sinirli bir genç olmama engel değildi. Özellikle ergenlik dönemindeyken benden yaşça büyük ablalarım tarafından her seferinde bir laf sokuşturulması oldukça sinir bozucuydu. Buda beni çocukluktan delikanlılığa geçiş zamanımda fazlası ile asabi bir genç yapmasına sebep olmuştu. Aynı zamanda sevebiliyor, duygusallaşabiliyor kibar ve centilmen bir beyefendi iken anında acımasız kaba bir adama dönüşüyordum. Sanırım on altı yaşlarında olmalıydım. Benim için verilen büyük bir baloya gidiyorduk. Aslında her ne kadar bu gösterişe ve ihtişama meraklı olmasam da ailem saygınlığımız ve kız kardeşlerimin de her birinin sosyeteye tanıtılması için bir fırsat olduğunu gitmemiz gerektiğini söylemişlerdi. Çaresiz bende kabul edivermiştim, ya da o an hissetmediğim üzerimde bıraktıkları psikolojik baskı ile kabul etmek zorunda bırakılmıştım. Çakıl taşları ile çevrilmiş yolda yeni arabamız ile ilerlerken aniden sarsıldığımızı hissetmiştim, annem bu sarsıntı ile başını arabanın kapısına sertçe vurmuş ve bu acı ile gözünden yaşlar gelmeye başlamıştı. Sanırım onun acısı benim içimide sızlatmıştı. Bir kaç saniye sonra sebebini öğrenmek üzere arabacımıza atları durdurmasını söylemiş ve büyük bir hızla basamaklardan atlayarak dışarı çıkmıştım. Gördüğüm şey, yerdeki ufak yılan yüzünden korkan atlardı. Neden sinirlendiğimi bilmiyorum, arabacının elindeki kırbacı sertçe çekiştirip atın yüzüne hışımla indirmiştim. Aslında yaptığım koca bir aptallıktı, çünkü bu arabayı çeken atların daha da hırçınlaşmasına sebep olmuştu. Bana aptal bir ergenmişim gibi bakan arabacıyı da azarlamış ve onu işten kovdurtmakla tehdit etmiştim. Eminim kendinden yaşça küçük olan bir yeni yetmeden azar işitmek gururunu fazla okşamamıştır. Bu çok uzun zaman önceydi biliyorum ama şu an hâlâ utanç duyduğum davranışlardan sadece biriydi bu. Ben böyleydim işte bazen dengesiz ne yaptığını bilmeyen kontrolsuz biri olabiliyordum. On sekiz yaşıma geldiğimde Laura adında bir kızla evlendirilmiştim. Evlendirilmiştim diyorum çünkü bu ilk başlarda hiçte benim isteğimle olan bir şey değildi, yinede onun oval yüz hatlarına ve bu yüz hatlarını çevreleyen uzun örgülü saçlarına ilk görüşte âşık olmuştum. Bebeksi masum tavırları ile beni kendine çeken bir özelliğe sahipti. İnsanda kendisini korumaya dair garip bir his bırakıyordu. Ve ben bu his ile bir süre sonra ona ciddi anlamda tutulduğumu hissetmiştim. Zamanımın görücü usulü dedikleri bir şekilde evlendirilmiştim. Laura ise bir İngiliz kızı olarak bana yüklü miktarda çeyiz getirmişti. Gerçi ailemin tek önemsediği şey onun çeyizi ve beraberinde getirecekleriydi. Benim umurumda olan ise onun sadece her şeyi ile bana ait olmasıydı. Kalbi ruhu ve bedeni ile. Ve ben ona sahiptim de onunda bana sahip olduğu gibi. Görkemli bir düğünümüz olmuştu, büyük kilise salonunun kapısından çıkarken kilisenin pencerelerinden beyaz elbiseler giyinmiş kız çocukları başımıza papatyalar ve güller döküyorlardı. Kısaca her mutlu sonda olduğu gibi bol güneşli ve muhteşem bir gündü. Şimdi ise o kiliseye giremediğimi düşünmek bile beni hasta etmeye yetiyor. Lanetlenmiş bir ruh lanetlenmiş bir beden bana göre böyle kutsal yerlerden uzak durmalı ve orayı kirletmemeliydi. Ben sadece anılarım ile yaşamaya mahkûmdum bu lanetli beden ile. O zaman gülümsüyordum kendim gibi soylu ve güzel bir kızla evlendirilmiş ve o kıza âşık olmuştum şanslıydım evet. Ama şu an tek yaptığım şey sevdiklerimin gözlerimin önünde yaşlanıp birer birer ölmesini izlemek. Evliliğimiz tam on yıl sürmüştü o zamanlar otuz yaşlarında falan olmalıydım. İki oğlumuz ve ikide kızımız olmuştu. Ne diyebilirdim ki sevdiğim kadın ile mutluydum ve ona olan aşkım korktuğum gibi bitmemişti. Taaki! Bir gece vakti evimize yapılan baskına kadar. Ne olduğunu anlamamıştım. O beyaz tenli garip kılıklı adamlar daha ben yataktan doğrulmadan karımı elimden almışlar ve gözümün önünde öldürmüşlerdi. Hiçbir şey yapamamıştım. Bana babamın yaptıklarını ödediğimi söylemişlerdi. Karımı elimden alarak ödetmişlerdi bunu bana. Ne olduğunu bilmiyordum, bunu Laura’nın cenazesinde siyahlar içerisinde bir köşede duran babama sorana kadar. Babam birkaç yıl önce bir vampir klanı keşfetmiş ve o klandan bir adamı öldürmüştü. Böyle bir şey duyacağıma inanmazdım. Ben sıradan bir insandım, sıradan bir hayatım vardı, büyüye, vampirlere, kurt adamlara dair hiçbir şey duymamıştım daha önce. Bir an duyduğum bu söz ile sarsılmış, tenim kireç gibi bembeyaz kesilmiş ve başım döndüğünde dengemi kaybedip Laura’nın mezar taşına tutunmuştum. Babama bir deliymiş gözü ile baktığımda bu gerçekleri inkâr edememiştim çünkü hayatım boyunca bir kez bile yalan söylememişti babam. İşte tam o gün bunun intikamını alacağıma yemin etmiştim. Çok eğlenceli bir hayatım yoktu elbette benimki sadece basit bir dramaydı ve bu drama içimi kin ve nefretle doldurmuştu. O günden sonra çocuklarımdan uzaklaşmıştım. Onlarla birlikte olamaz ve onlara bakamazdım, kendimi aciz hissediyordum her biri bana sevdiğim kadını hatırlatıyordu. Tam beş yıl boyunca karımı öldüren bu lanetli yaratıkları şehir şehir ülke ülke dolaşarak aramış durmuştum. Sonunda o gün geldiğinde aynı vampirle karşılaşmış ve onun tarafından bende onun gibi lanetli bir yaratığa dönüştürülmüştüm. Bana bunu neden yaptığını bilmiyordum, beni de Laura gibi öldürebilir, uzun bir yaşam vermek yerine tamamen benden kurtulabilirdi ama bunun yerine bana ebedi bir hayat vermişti ve ben hâlâ ondan nefret ediyordum. O günden sonra tamamen hayatımdan çıktı onu bir daha hiçbir zaman bulamadım. Otuz beş yaşıma girdiğim ilk gün, otuz kasımda bir vampire dönüşmüş doğduğum gün aslında ölüp tekrar dirildiğim gün olmuştu. Çocuklarıma ne olduğunu tam olarak bilmiyordum onları görmeliydim ama aradan geçen beş yıl boyunca benden nefret etmiş olmalılardı belki de onlara benim öldüğümü söylemişlerdi. Aslında yalanda olmazdı bu söyledikleri! Onları gizlice ziyaret etmiştim, büyük oğlum ben gittikten bir süre sonra hastalanmış ve bu hastalığa yenik düşüp ölmüştü. Buna daha fazla dayanamayacaktım bir daha hayatlarına girip onların yaşamlarını berbat etmek yerine tamamen uzaklaştım ve kendimi unutturmaya çalıştım. İşte tam iki yüz yıldır yaşıyorum ve her bir sevdiğimin büyüdüğünü yaşlandığını ve öldüğünü gördüm. Küçük oğlum Samuel hayatta kalmayı başarmış yaşlanmış ve ondan beklediğim gibi torunlarına olgun bir dede olmuştu. Kızlarım başarılı adamlar ile evlenmişlerdi. Onları hep uzaktan seyrettim yaşamlarına hiçbir zaman giremedim. Kendinden çok sevdiğin bir insana sarılamamak ne demek bilirmisiniz? Onun kokusunu sadece açlık anlarında hissetmek ve çıldırmak? Bunu kimse bilemez elbette sadece benim yaşadıklarımı yaşayan biri anlayabilir. Ama yaşadığımı yaşayabilmek için sadece deli olmanız gerekir. Uzun zamandır yalnızım, sevdiklerimi teker teker kaybettim. Uzun bir süre sonra küçük torunum Samuel’e rastladım. O ailemizin diğer üyeleri gibi sıradan biri değildi. Büyük büyük babası Cecil Lawrence gibi sıra dışı biri olmuştu. Bir büyücü olarak sihir dünyasına adım attığı ilk yılları kendisi gibi büyücüler arasında eğitim görmüş ve bir seherbaz olmuştu. Bundan iki yüz yıl önce bunun ne demek olduğunu bilmezdim ama şu an yaşadığım zaman boyunca ne olduğunu, büyünün sihrin ne kadar güçlü olduğunu öğrenmiş bulunmaktayım. Hayatımı yaşadıklarımı bir kaç kağıda sığdıramam sanırım. Benim tek istediğim beni anlayabilecek birilerinin olması ve yalnızlığın ne kadar çileden çıkarıcı bir kavram olduğunu anlamaları. Uzun zamandır yalnızım. Ama artık biri var hayatımda Ophelia... Onun eski karıma benzediğini tıpatıp aynısını olduğunu daha önce yazmış mıydım bilmiyorum. Sanırım şu an kendimde bu gücü bulamıyorum. Bu hikayeyi daha sonra anlatmalıyım. Cecil - Yalnızlık ve Kayıp Ruh. Parmakları kâğıt üzerinde kayarken mürekkebin elinde leke bıraktığının farkında değildi. Büyük parşömen kâğıdını katlayıp yerine büyük konsolun alt tarafına yerleştirilmiş çekmecelerden birine sıkıştırdı ve bu çekmeceyi küçük bir anahtar ile kilitledi. İç cebine yerleştirdiği anahtarın soğukluğunu üzerinde hissediyordu. Odaya yerleştirilmiş aynada son bir kez yüzüne baktı. Kaşları çatılmış gözlerine her zamankinden biraz daha fazla gölge düşmüştü. Anılarını bir kağıt üzerinde paylaşırken rahatlaması gerekirdi ama tam aksine yine sinirsel krizlerden birini yaşamaya başlamıştı. Bu çokta hayra alamet değil gibiydi. Yan odadan gelen sesi duydu. “Cecil bırak da gideyim” Ophelia’nın sesi kulaklarında bir çınlama haline bürünmüştü. Onu hiçbir zaman bırakmayacaktı. Ophelia’nın Laura olmadığını anladığında deliye dönmüş ve ona biraz zarar vermişti. Aklını kaybetmiş kaçık bir adam tarafından kaçırılan kızın yan odada ne hissettiğini bilmiyordu. Sadece onun kanının kokusuna daha fazla dayanamayacaktı. Sonunda kendini tutmaktan vazgeçip kapıyı hızla açtı ve onun dağılmış saçlarını geriye doğru iterek kanını içmeye başladı. Boynu gittikçe geriye doğru düşmeye başlamıştı onun ağlamak üzere olduğunu hissediyordu bunun uzun zamandır ona çektirdiklerinden mi yoksa başka acılardan mı kaynaklandığını anlayamadı. Ophelia Laura değildi ama onda sevdiği kadının tadını ve kokusunu alıyordu. Ona benziyordu, her şeyi ile saçları, duruşu, gülümseyişi, kızdığında Laura’nın verdiği tepkilerin tıpatıp aynısıydı. Hafifçe hıçkırdı ağlayan Ophelia değil kendisiydi. Onun omuzlarını kavrayan elleri kasılmıştı. Gözlerinden kanlı gözyaşlarının onun üzerine doğru aktığını hissedebiliyordu. Ophelia’nın kanını tüketirken Laura’nın anıları benliğine doluyor Ophelia’nınkiler ile birbirine karışıyordu. Evet, Ophelia’nın anılarını hissedebiliyordu onun bedeni soğudukça ve tükenmeye başladıkça, her bir anısı zihninde canlanıyordu. Gülümseyen Ophelia, ağlayan acı hisseden yalnızlık duyan ve âşık olan Ophelia. Şiir gibiydi genç kızın kanı dudaklarından aktıkça anılarını hissediyordu. Onun kanında kurbanlarında olmayan bir güç vardı. Ne yapıyordu ona böyle? Birden kendini garip hissetmişti. Ne suçu vardı? Bir kez daha acı ile hıçkırdı uzun zaman sonra karısının ölümünden sonra ilk kez ağlamıştı Cecil. Sonunda Ophelia’nın soğuyan vücudundan uzaklaştı. O ölmemeliydi. Hafifçe uzaklaştı kendi boynunda küçük bir kesik açtı ve ona kendi kanından içmesini söyledi. “Yapamayacağım, sana daha fazla zarar veremem, gözlerini aç Ophelia “ dedi bu bir emirden ziyade bir ricaydı, son kez onun bedenini kolları arasında sıkıca tuttu. Neden birden bire onu hayata geri döndürmeyi istemişti bilmiyordu. Boynuna değen dudağını hissetti. --- Ne diyeceğini bilemez bir halde susup kaldı. Onun üzerindeki etkisinin geçmesini bekliyordu. Paramparça etmişti tüm hayallerini, yaşamından onu uzaklaştırmış kendi gibi lanetli bir yaratığa dönüştürmüştü. Suçu neydi peki? Buna cevap olarak Laura’ya benzemek diyebilirdi. Onunda kendisinden kopacağını hissetmişti. Bütün sevdikleri gibi yaşlanacak ölecek ve bedeni toprağın altında çürüyüp gidecekti. Her bir ölümü gördükten sonra bu kadar anormal derecede ölümden nefret etmek olağan dışı değildi onun için. Ya kendiside ölmeli ya da oda kendisi gibi ebediyeti tatmalıydı. Tatmalı ve bir gün çıldıracak derecede yaşamanın ve bu yaşamın yalanlarla dolu olduğunu görmek ne demek bilmeliydi. Cecil’in ruhu günahları ile her geçen gün biraz kirlenirken yalnız kalmaktan korktuğunu nasıl söyleyebilir nasıl haykırabilirdi? Bahsettikleri cenneti hiçbir zaman göremeyecekti. Bu hakkını birçok cana kıyarken kaybetmiş değimliydi zaten… Anlayacak mıydı kendisini, hissettiklerini hissedecek aklından geçenleri bilecek miydi? Ophelia için bu şimdilik imkânsızdı belki ileride bir gün kendisini anlardı ama şu an bu imkânsız gibi bir şeydi bu. O kendisinden nefret ediyordu ama emindi ki ileride bu duygularından eser kalmayacaktı. Zaman her şeyi öğretecekti ona kendisine öğrettiği gibi. En azından kendini buna inandırmaya koşullamıştı. Ondan kendisini sevmesini nasıl bekleyebilirdi ki, az önce hiç istemediği bir şeyi zorla yapmışken. Bir mezarlığın ortasında duruyormuş gibi hissetti kendini, loş, rutubetli ve iç sıkıcı. Bütün ölüler dirilmiş kendisinden nefret ettiğini söylüyorlardı sanki. Her bir kurbanının sesini kulaklarında duyar gibiydi. “Senden nefret ediyorum.” Farklı tonlarda farklı sesler kadınlı erkekli birbirine karışmış gibiydi. Buna Ophelia’nında sesi karışmış ve yine o histeri dolu anlardan birini yaşamaya başladığını hissetmişti. Onun kendi kanının tadına yeteri kadar baktığına kanaat getirdiğinde uzaklaşmıştı. İlgi ile kısılmış gözlerini üzerine diktiğinde genç kızın dudağının üzerinden akan kana takılıp kaldı bir an, onun bu halinin ne kadar çekici olduğunu düşünmemişti daha önce. O nefret ettiğini söylerken bu sözleri bir an umursamaz gibi oldu. O kendisinden uzaklaşırken Cecil bir avcının avına yaptığı gibi dikkatlice küçük adımlar ile yavaşça yaklaştı. Kışkırtmak veya bir değişimi üzerinden yeni yeni atlatmışken onu iyice zıvanadan çıkartmak istemiyordu. Ophelia’ya uzanıp biçimli ufak ellerini hafifçe tuttu tenini ve kendi avuçları içerisinde kaybolan ufak ellerin zarifliğini aynı anda gücünü hissetti. Sadece bir an verdiği karar ile onun hayatına bu şekilde son verdiği için üzüldüğünü belirtmek istiyordu, son vermişti ama ona aynı zamanda güçlerini de bahşetmişti nasıl bir varlığa dönüşeceğini henüz bilmese de olağan üstü olacağından emindi. Bu duraklama anı geçince kendi ellerini geri çekip boynunu yavaşça kavradı ve dudağının üzerinden akan kanı emdi. Gözleri bir an kan kırmızımsı renk almıştı genç kızın dudağına bakarken. Ophelia’nın bunu fark edip etmediğinden emin değildi. Kanın şehvetini hissettiğinde onu gerçek anlamda öpmeye başladı, çılgıncaydı, aptalca belki de bu halde sinirli iken onu bu şekilde öpmesi saçmaydı. Yinede kendisini engellemedi bu düşünceler. Dudağındaki kanın tadına bakarken aynı zamanda onun henüz yeni soğumuş dudağının yumuşak tadına da bakıyordu. Ve bitti hızla geri çekildi, boşlukta salınıyormuşçasına durdu bir an için. Bu hiçte iyi değildi çünkü Ophelia beklediği etkiyi bırakmamıştı kendisinde ondan nefret edeceğini düşünüyordu. Laura’yı öptüğü ilk günlerdeki gibi hissedeceğini değil. Cecil’e ne yaptığının farkında mıydı acaba? Şimdi gerçek anlamda kızmıştı işte. Aptalca bir inat ile ondan uzaklaşabilir ve kendi yalnızlığına dönebilirdi “Biliyor musun böyle hırçınken çok daha güzel oluyorsun” dedi. Beklenmedik pekte neşeli olmayan histeri dolu bir kahkaha attı. Bunu daha çok o an hissettikleri yüzünden yapmıştı. Ophelia kendisine acıyı tattırıyordu bu öpücük ile atmayan ölü kalbine yeniden yaşam vermiş kirlenmiş ruhu bir kez daha hayat bulmuş gibiydi. Saçmaydı, bu tarz melodramlardan hoşlanmazdı. Tipik dramları yaşamaya alışkındı ve bunların içerisinde hisleri zamanla çürümeyi ve yok olmayı öğrenmişti. Şimdi ne hakla Ophelia tekrar diriltirdi bu duygularını. Ona bu yüzden kendini zayıf hissettirdiği için kızgındı, kimseyi sevemezdi Cecil hiçbir zamanda sevmeyecekti, yinede ona doğru dönmüş çatılmış kaşları ve kızgın yüz hatları ile konuşurken gözleri bunun tam aksini söylüyordu. “Beni öldürmek istiyorsun biliyorum ama bunu anca ben uykudayken yapabilirsin. Sanırım o durumda biraz zor olacak. Neden mi? Birincisi senden iki yüz on yıl daha yaşlıyım ikincisi benden nefret ederken aynı zamanda beni istiyorsun, üçüncüsü şu an çevrende senin gibi olan bir tek ben varım ki bana bir şey yapmaya kalkışırsan tek başına kalır yalnızlığın ne demek olduğunu tadarsın benim gibi. “ genç kızın bir an için hırçın sert tavırlarından haz duymuş olsa da Cecil’inde ondan aşağı kalır yanı yoktu. Küstah ve kendinden emindi. Onu ilk gördüğünde çok şaşırmıştı. Adının Ophelia olduğunu öğrendiğinde verdiği tepkide bir öncekinden farklı değildi. Kanının kokusu unutulmuş duygularını dürtüklerken onu gizlice izlemeyi ihmal etmemişti elbette. Kaderinde vardı o ve onu tüm benliği ile yaşamalıydı. Varlığını hissettiğinde verdiği tepki şu anki ile aynı dengesizlikteydi. Laura gözlerinin önünde öldürülmüş ve cansız bedeni mermer zemin üzerine bırakılmıştı. Onu bir kez daha loş sokakta kendisinden habersizce ilerlerken seyretmenin tadı farklıydı. Sevdiği kadını bir kez daha görmüştü o ölmemişti. Bir kez daha hayattaydı. Ama tüm bu düşünceler anlamsızdı. Laura sıradan bir insandı bir kez ölmüşken tekrar nasıl hayatta olabilirdi ki? Bu aldatmacaya anlama getiremese de sevdiği kadını bir kez daha görmenin büyüsüne kapılıp gitmiş ve zihnindeki kuruntular yok olmuştu. Ophelia’nın o olmadığını öğrendiğinde ise bu duruma bir son vermeyi düşünmüştü. Ophelia tamamen çıkmalıydı hayatından, nasıl olurda sevdiği kadının bedenini taşırdı? Bir başkası onun hastalıklı olduğunu söyleyebilirdi bu düşüncelerini okuyor olsaydı ama kim nerden bilebilirdi ki ne çektiğini veya ne hissettiğini? Genç kızı kimseye belli etmeden, zorla kaçırıp da bu eve tıktığında ona dokunamadı ilk başlarda. Onu her gördüğünde biraz daha çıldıracak gibi olsa da bir müddet sonra bu duruma da alışmasını öğrenmiş ama bu zaman zarfı içerisinde zarar vermiş, canını yakmış ve Ophelia’nın kendine olan güvenini zedelemişti. Bir kez daha yanaştı ona, herhangi bir tepki vermesine fırsat bırakmadan. Çenesinden tutup dikkatlice baktı yüzüne tıpatıp aynısıydı. Çok fazla sürmedi bu hareketi elini geri çekti. ‘Ophelia!’ şiir gibi bir ada ve şiir gibi bir yüze sahipti. William Shakspeare’in Hamlet şiiri döküldü dudağından. “Sevgisinin kepaze edilmesine, kanunların bu kadar çabuk yürümesine, kötülere kul olan iyi insanın bir bıçak saplayıp göğsüne kurtulmak varken? Kim ister bütün bunlara katlanmak. Ağır bir hayatın altında inleyip terlemek, ölümden sonraki bir şeyden korkmasa, O kimsenin gidip de dönmediği bilinmez dünya ürkütmese yüreğini? Bilmediğimiz belâlara atılmaktansa çektiklerine razı etmese insanı? Bilinç böyle korkak ediyor hepimizi: Düşüncenin soluk ışığı bulandırıyor yürekten gelenin doğal rengini. Ve nice büyük, yiğitçe atılışlar yollarını değiştirip bu yüzden, bir iş, bir eylem olma gücünü yitiriyorlar. Ama sus, bak güzel Ophelia geliyor. Peri kızı dualarında unutma beni ve bütün günahlarımı.” Hamlet’in sözlerindeki Ophelia’ya birebir uyuyordu genç kız ve kendi düşünceleri işte bu yüzdendir ki sevmişti bu şiiri. Düşüncelerinin kendisini ele geçirmesini engelleyip bir kez daha konuştu bu sefer sesi biraz daha tok ve sakin çıkmıştı. “Gidelim peri kızı, bana olan nefretini daha sonra haykırırsın.” Onu nereye götürdüğünü biliyordu. Ophelia’ya ilk kurbanını sunacaktı. İlk kanı tatmanın ve öldürmenin nasıl bir şey olduğunu öğretecekti. Kendinden tiksinebilirdi belki ama o gecenin efendilerine sunulan kurbanların tadına bakmanın hazzına kavuştuğunda tüm bu hislerden kurtulacak ve zamanla alışacaktı. Odanın kapısını açtı ona ilk kez özgürlüğü sunuyordu. Yeni doğmuş bir vampir olmanın tüm özelliklerini üzerinde taşıyan Ophelia’ya baktı, saçları normalden daha güzel ve parlak teni daha diriydi. Gözleri ise yeni başlayan açlığın kırmızımsı parıltısı ile parlamıştı. Dar küçük basamaklardan indiklerinde geceye ilk adımlarını atmışlardı.
- Flashback örneği:
Otto'nun kız kardeşi Gökyüzü kapkaraydı yine, ruhuna eşlik edercesine. İçindeki anlamlandıramadığı sıkıntının kaynağı neydi bilmiyordu, merak ettiği ortadaydı fakat bu sıkıntı içini öyle bir kaplamıştı ki yerinden kolunu kaldırabileceğini dahi sanmıyordu, bu yüzden yavaşça esnedi, sol köşede müzik setinde çalan Shamrain'de ruhuna eşlik eder gibiydi. Gözlerine uykunun gölgesi düştüğünde gün henüz yeni batmıştı. Sallanan sandalyede ritmi tutturmuş gibi bir ileri bir geri gidip geliyordu, çalan müziğe eşlik eder gibi hareketleri bu müzik içerisinde bir ahenk ve uyum sağladı. Bir süre sonra bu ritm içerisinde kolu sandalyenin kenarında hafifçe kaydı ve başı yana düşüp huzurlu bir uykunun kollarına teslim oldu. Nefes alıp verişleri düzenli ve sakindi bu da onun o gün o kabuslardan birini görmediğini gösteriyordu ve o gün o cam kenarında güneşi son görüşü olduğunu bilmiyordu. Nereden bilebilirdi ki bunun için bir kahin olmalıydı. Uyurken o kadar masum ve savunmasızdı ki küçük kız kardeşinin yanına geldiğini ve üzerine bir battaniye örttüğünü bile hissetmedi. Küçük kız o çilli sevimli yüzü ile uyuyan ağabeyine gülücük attı ve en az kendininki kadar koyu kumral saçlarını okşayıp alnına bir öpücük kondurdu. Bunu hissetmiş gibi genç delikanlının dudak kıvrımlarında uykuda olmasına rağmen bir gülücük izi belirip geçti kısa bir an. Birbirlerini seven iki kardeş biri yirmi birine henüz girmiş genç bir delikanlı diğeri ise on bir yaşlarında küçük sevimli bir kız çocuğu, hayatta sadece ikisi kalmıştı, bu yüzden birbirlerine o kadar sıkı bağlanmışlardı ki ayrı oldukları zamanlarda kendilerini mutsuz ve yalnız hissetmeye başlamışlardı. Küçük kız odada ağabeyini yalnız ve uykusu ile baş başa bırakıp mutfağa yöneldi, boyunun bu kadar kısa olmasından kendi kendine şikayet edip bir sandalye aldı ve aslında gereğinden fazla yüksekte yapılmış tezgaha yaklaştı, yiyecek bir şeyler hazırlamalı ve son günlerde bitkin görünen ağabeyine biraz yardımcı olmalıydı, üstelik bu sene büyücülük okuluna başlayacak ve ağabeyi yalnız kalacaktı, kendisi olmadan ne yapardı acaba? Büyük bir ihtimal canı sıkılacaktı yine de başının çaresine bakabilecek biriydi ağabeyi, güçlüydü ve dayanıklıydı. İren tezgaha biraz daha eğilip daha önceden çıkarttıkları sebzeleri yıkadı, o yaşlarda bir kızın en azından kendine oynayacak bir şeyler bulması gerekirdi ama yapamıyordu, ağabeyi hastalanmış ve son zamanlarda bitkin düşmüştü bu yüzden gidip oyunlar oynamak yerine ona yardımcı olmalıydı. Sebzeleri yıkadı ve Otto' dan daha önce milyon kez gördüğü gibi onları bir tahtanın üzerine dizip eline çekmecelerden birine uzanarak bıçak aldı, bunları güzelce kesmeyi başarabilirse aklında kalan tarife uygun bir yemek hazırlayabilirdi, bunu başarabilirse Otto'ya kendini ispatlamış olacak ve böylece artık yemek yapmasına izin verecekti, böylece onun yükünü de azaltacaktı, becerikli olduğunu düşünüyordu, en azından kendinden emindi. Eline bir patates alıp dışını soymaya başladı fakat bir türlü Otto gibi soymayı beceremiyordu, o hep hızlı hızlı ve çabuk yapardı bunları, yüzünü ekşitti, demek ki ağabeyini yeterli derecede izlememişti yemek yaparken. Küçük kız patatesi nasıl ve hızlı bir şekilde soyacağını düşünürken tezgahın üzerine bir gölge düştü ve bu İren'in korku ile yerinde sıçramasına sebep oldu, arkasını dönüp baktığında bunun ağabeyi olduğunu fark edip sakinleşmek için yutkundu. “Beni korkuttun.” dedi o sevimli, küçük, çilli burnunu küçük sevimli bir cadı gibi büktü ve renkli gözlerini kısarak ağabeyine baktı, bir gölge gibi hareket etmesine gerek yoktu. Genç delikanlı kız kardeşinin elindeki bıçağı aldı ve solgun yüzüne zoraki bir gülümseme katarak. “Bunun için yaşın daha çok küçük, bırak da ben yapayım.” dedi. Tezgahın yanında sandalye üzerinde dikilen İren ağabeyine endişeli gözlerle baktı, bir şifacıya görünmesi gerekiyordu, onun son zamanlarda neden bu kadar solgun ve hasta olduğunu bilmiyordu, belki biraz iksirle kendine gelebilirdi. Bu konu hakkında yan komşuları ile konuşmalıydı, o yaşlı ve emekli bir kadın olsa da bu işlerden çok iyi anlardı, üstelik zamanında şifacılıkta yapmıştı. Elini bir havlu ile kuruladı ve sandalyeden yavaşça indi. Otto nasıl olsa ona yemek yapması için artık izin vermeyecekti bu yüzden en iyisi yine öncesinde de olduğu gibi bir köşeye çekilip onu izlemekti. Genç adam İren'in elinden aldığı bıçak ile seri, hızlı şekilde sebzeleri doğradı ve onları bir tencerenin içine boşaltıp baharatlarını ve birazda suyunu ekleyip ocağa koydu. Asası ile küçük büyüler yapıp mutfağı temizledi ve yorgun bir halde tezgaha yaslanıp soluklandı, gözlerinin altına gölgeler halinde morluklar düşmüş ve alnında küçük ter damlacıkları belirmeye başlamıştı. Dudağı ise susuz bir çölde kalmış gibi kuruyuvermişti. Dili ile hafifçe ıslattı dudağını ve alnındaki teri elinin bir hareketi ile silip kardeşine baktı. “Yemek bir saate pişer, Marie'ye söyleyeceğim birazdan yanına gelip sana yardımcı olur, benim dışarı çıkmam gerek, geçenlerde sattığım tablonun parasını henüz alamadım, onu alırsam senin okul eşyalarını rahatlıkla karşılayabilirim.” dedi kız kardeşinin herhangi bir cevap vermesine fırsat vermeden komodinden ceketini aldı ve kapıyı hızla çekip çıktı. Boş sokağa çıkmadan önce yaşlı komşuları Marie'ye kardeşine yardım etmesi için ricada bulundu, neyse ki kadın bu iki yetimi de çok fazla seviyordu ve onların isteklerini aksatmadan yerine getiriyordu, üstelik oda bu iki kardeş kadar yalnızdı. Otto sokağa adımını attığında hava çoktan kararmış ve gökyüzünde ay o her zamanki ihtişamı ile yerini almıştı, bitkin adımlar ile yürümeye başladı, ellerini ceketinin iç ceplerine soktu ve o mutsuz yüzüne biraz renk getirebilmesini sağlayacak herhangi bir şey aradı etrafta, yürüdüğü o boş sokakta ruhu gibi bomboş ve kimsesizdi. Şimdi kendini daha fazla yalnız hissediyordu, ceketin yakasını kaldırdı ve yürümeye devam etti, fakat içinde takip edildiğine dair bir his uyanmıştı ve bu da onu gereğinden fazla rahatsız etmişti. Boş sokak arasında döndü ve geri baktı, görünürde kimseler yoktu boş binaların çevresini sarmalayan gölgelere baktı gözlerini kısarak ama kimse görülmüyordu bu yüzden hafifçe omuzlarını silkti ve yürümeye devam etti. Ailemin katili Birinin kendisini takip ettiği hissinden bir türlü kurtulamamıştı, bir iki adım daha attı ve geri bir kez daha dönüp. “Kimsen çık ortaya, bu hiç eğlenceli değil.” dedi. Rahatsız olmuştu ve bu rahatsızlık ile kaşları çatılmıştı, peşindeki bir manyak olsa dahi kendini nasıl savunabilirdi ki? Hastaydı, yorgundu ve güçten düşmüştü, üstelik aptallık edip asasını evde unutmuştu, geri dönmeli miydi? Bu düşünce ile yerinde kıpırdayıp evin yoluna doğru hamle ettiğinde o koca sokakta karşısında bir gölge belirdi sokak lambasının altına doğru yavaş adımlarla yürümeye başladı ve Otto geri adım atmaya başladı. Bu bir kadın siluetiydi. Kızıl saçları omuzlarından aşağı dökülüyordu, bembeyaz teni onu bir ölü gibi gösterse de gözlerindeki o amber rengi bunun aksini ispatlıyordu. Bir gece tanrıçası olacak kadar güzel olsa da o şeytansı kızıllıktaki saçları bunun aksini ispatlıyordu. “Ne istiyorsun.” dedi genç kadına bakarak geri adımlar ile yürümeye devam etti, korkutucu bir tip olduğu aşikardı. Genç kadın üzerine doğru yürüdü ve adının Xenia olduğunu bunu aklında iyi tutması gerektiğini söyledi. “Derdin ne senin?” dedi kızmıştı Otto, bir kadının üstelik bu kadın bu kadar ürkütücü ve itici iken kendisini kıskıvrak sıkıştırmasından hoşlanmamıştı. “Annen ve baban her şeye burunlarını sokuyorlardı, onlara bu kadar meraklı olmamalarını söylediğimde ve canlarını yaktığımda yüzlerinin aldığı o hali görecektin.” dedi burada öyle sesli bir kahkaha atmıştı ki, kahkahası gecenin içinde yankılanmış ve onu gereğinden daha fazla ürkütücü kılmıştı. Otto onun bu sözleri üzerine kaşlarını çattı. “O iğrenç yaratık sensin.” dedi bağırarak, ailesini öldüren kişiyi hayal meyal hatırlıyordu. Babası kardeşini de alıp hemen kaçmasını söylemişti , o zamanlar Otto henüz on beş küçük kardeşi İren'de on yaşlarındaydı. Geriye dönüp son bir kez bakmış ve annesinin bağırtılarını duyup bedeninden acımasızca çekilip alınan kanın rengini görmüştü. Yüzü kireç gibi kesilip kolları cansız bir beden halinde iki yana düşmüştü ve babasınında sesini son bir kez duymuştu. Nasıl saklandığını ve kaçtığını dahi hatırlamıyordu. İren'in ağlamaması için elinden gelen her şeyi yapmıştı fakat o an kendi ellerinin titremesine engel olamamıştı. Sonuçta babası ve annesi iğrenç bir katilin ellerinde hayata gözlerini yummuş Otto ve kardeşi kaçıp saklanarak yeni bir hayata başlamışlardı, uzun zaman travmadan çıkamamıştı kardeşine nasıl baktığını ve aç kalmaması için nasıl uğraştığını dahi hatırlamıyordu, tipik bir robot gibiydi o dönemlerde. Geçmişinden sıyrıldı ve gerçeklere döndü, şimdi o kadın bir kez daha izini bulmuş ve onuda anne ve babası gibi öldürmek için karşısına dikilmişti. “Anlamıyorum, sana ne yaptığımızı dahi bilmiyorum, neden bizi rahat bırakmıyorsun?” dedi geri birkaç adım daha attı ve cevabını beklemeden koşmaya başladı, o kadar halsizdi ki onun bu hareketi bir işe yaramamış ondan kurtulmak yerine tam aksine daha fazla kışkırtmıştı. Birkaç darbe aldı ve bu yere yığılmasına sebep oldu, vücudundaki o basıncı hissedebiliyordu, kendini öldürmeye o kadar azmetmişti ki kadının gözleri artık başka bir şey görmüyordu. Onca acının arasında ise Otto'nun tek düşündüğü kardeşinin iyi olup olmadığı idi, kendisinin artık daha fazla gücü kalmamıştı ve bir süre sonra öleceğini biliyordu, her şey için artık çok geçti. İren'in gülen yüzünü hissetti Marie'nin anlayışlı anaç tavırlarını. Vasya kim? Her şey karanlığa gömülmek üzereyken başka bir siluet belirdi ne olduğunu anlamaya çalışmak için gözlerini açmaya zorluyordu. Çok derin yaralar almıştı ve kurtulması imkansız gibi görünüyordu. Diğer kadın kaçmış ve onu orada öylece bırakmıştı, bir el vücuduna yaklaştı ve genç delikanlıyı tutup kendisi de yere oturduktan sonra dizlerine yasladı başını. Gözlerini gölgeleyen kirpikleri son bir kez açıldı ve Otto yeşil gözlerini yeni gelen kadının gözlerine dikti. “Kimsin sen? Kurtarıcı melek mi? “ dedi gülümsemeye çalıştı, onun diğer kadın gibi olmadığını hissedebiliyordu. Başını dizleri üzerine almış kendi yaşlarına yakın olduğunu düşündüğü genç yüzde anlayışlı bir gülümseme belirdi ve “Kurtarıcı melek değil sadece Vasya.” dedi kendi bileğine bir çizik attı ve kanını içmesi için onu zorladı. Anlamıyordu, neden içecekti ki? Yinede gittikçe bulanıklaşmaya başlayan düşüncelerini daha fazla zorlamadı, karşı çıkmamıştı, dediğini yaptı ve atan kalbi artık bir son buldu. Şimdi tamamen karanlığın esaretindeydi, ölmüştü ama o bahsettikleri ışığı bir türlü göremiyor gibiydi, ruhu bedenine hapsolmuştu, Otto artık dünya cehennemini tatmaya hazırdı, bu koca gezegene bir lanetle sıkışıp kalmıştı. Gözleri kapanıp da karanlığa hapsolduktan sonra hiçbir şeyi hatırlamıyordu. Son anda boğulmaktan kurtulmuş bir adam gibi hızla nefes aldı. Bembeyaz bir odada açmıştı gözlerini bembeyaz bir örtünün altındaydı, gözlerini hızla açtı ve yüzündeki örtüyü çekti. Burasıda neresiydi? Önce boş beyaz tavana baktı sonra gözlerini birkaç kez kırpıştırdı, bu yoğun ışık demetine alışmaya çalışır gibiydi onca karanlık geceden sonra, buz tutmuş parmak uçları yavaşça kıpırdadı. Aynı uyuşuklukla başını oynattı, böyle uyuşuk hissetmesine rağmen kendini çok daha güçlü hissediyordu, sanki tüm hastalığı üzerinden çekilip alınmış gibiydi, öksürmüyordu, ağzından kan gelmiyordu artık, başını yana çevirdi ve yanında birkaç sedye daha gördü, çıplaktı, elbiseleri neredeydi? Hızla doğruldu ve içini bir endişenin kaplamaya başladığını hissetti. Bir rüya görüyor olabilir miydi? Gözlerini birkaç kez daha kırpıştırdı, hayır rüya değildi, ayak parmak ucuna takılmış o küçük etiketi gördü, Otto Juhasz ve ölüm tarihi yazıyordu, korkmaya başladığını hissetti fakat korktuğu zamanlardaki gibi kalbi artık atmıyor gibiydi. Açlık hissediyordu, eskiden ağzından gelen kan'ın tadından hep nefret etmişti, oysaki şimdi kokusunu o kadar derinden alıyordu ve bu koku ona o kadar güzel geliyordu ki bu açlıkla gözlerinin yeşilinin kan rengini aldığından haberi dahi yoktu. Etiketi parmağından hızla çıkardı ve sedyeden inip yan sedyedeki örtüyü açtı, bir başka ceset daha. Diğer sedyeye gitti ve aynı şeyi yaptı, bir ceset daha sırası ile hepsinin örtüsünü üstünden çekip aldı. Çıldırmak üzereydi, geri birkaç adım attı ve içinde neşter ve plastik eldivenlerde dahil bir kutuyu yere düşürdü. “Ne işim var benim burada?” kendi kendine bu soruyu birkaç kez tekrarladı delirmiş gibi bağırmaya başladığının farkında değildi, cesetlerle dolu odayı terk etmek için kapıyı hızla çekti, o eski güçsüzlüğünden eser yoktu, kapının menteşesi yerinden oynamış ve kırılmış kapı ileri savrulmuştu, üzerinden az önce ittiği örtüyü aldı ve beline sardı, morgun koridorlarında bir sarhoş gibi savsak adımlarla yürümeye başladı, boğazı yanıyordu, açlığı gittikçe artmaya başlamıştı. Tamda zamanlanmış gibi morg hademelerinden biri karşısına çıkıp büyük bir şoku atlatmak istercesine silkelendi ve Otto bağırdı. “Neden buradayım?” dedi adam korkmuş gibi görünüyordu. “Öldüğünden emindik.” dedi Ottoya bakarak, gözleri korkunçtu daha önce hiç böyle bir göz rengi görmemişti. Bir muggle olarak görmesi de imkansızdı zaten. Mitlere ve diğer doğa üstü hiçbir şeye inanmayan diğer sıradan insanlardan biriydi oda. “Neden buradayım?” diye tekrarladı, orta yaşlarında ve kısa boylu, kilolu adamın üzerine yürümeye başladı. “Sakin ol lütfen.” dedi ve Otto çıldırmış gibi sorusunu tekrarladı. “Neden buradayım ben?” dedi ve adam arkasındaki telefona uzandı son bir kez , genç adamı yatıştırmak istiyordu ama korkmuştu, görevlileri çağırması gerekiyordu. “Ölmüştün.” dedi. Sonra ne olduğunu hatırlamıyordu, delirmiş gibiydi, açlık hissediyordu ve adamı köşede savunmasız bir halde sıkıştırıp kanını içmiş, ölümüne sebep olmuş ve üstünü alıp giyinmişti. Cisimlenmeye çalıştı, yapamıyordu, asasını aradı ama oda yoktu, neden büyü yapamıyordu? Yerdeki yığılıp kalmış cesede son bir kez baktı ve kimsenin görmesine fırsat kalmadan oradan çıktı.
| |
|