Contraria Vocantum Rpg
Bir gezegen ve birbirine düşman iki ırk. Bir de arada kalanlar... Yüzyıllardır süre gelen bir savaş... Bu büyülü savaşa siz de dahil olun!

Üyeyseniz giriş yapın, eğer değilseniz hemen kaydolun ve eğlenceyi kaçırmayın!
Contraria Vocantum Rpg
Bir gezegen ve birbirine düşman iki ırk. Bir de arada kalanlar... Yüzyıllardır süre gelen bir savaş... Bu büyülü savaşa siz de dahil olun!

Üyeyseniz giriş yapın, eğer değilseniz hemen kaydolun ve eğlenceyi kaçırmayın!
Contraria Vocantum Rpg
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.



 
AnasayfaAnasayfa  Latest imagesLatest images  AramaArama  Kayıt OlKayıt Ol  Giriş yapGiriş yap  

 

 Lachesis.

Aşağa gitmek 
2 posters
YazarMesaj
Lachesis Paparizou
6. Sınıf | Lanceus Öğrenci
6. Sınıf | Lanceus Öğrenci
Lachesis Paparizou


Karakter Yaşı : 19
Rp Partneri : Letje.
Mesaj Sayısı : 108
Kayıt tarihi : 06/03/11
Lakap : Lach.

Lachesis. Empty
MesajKonu: Lachesis.   Lachesis. Icon_minitimePaz Mart 06, 2011 4:08 am

Her şeyin giderek hiçleşiyor olması normal miydi? Aşka, umuda, sekse, özgür iradeye, sevince ya da hüzne hiçbir anlam veremiyordum. Hayatın acıtması beni üzmüyordu; ama tecrübeyle de yoğrulmuyordum. İnsanlar doğar, büyür, aşık olduklarını sanar, sevişir, nesil devamı sağlar ve ölürlerdi. Ben doğmak ve büyümek dışında hiçbir şey yapmamıştım. Önemli olan bakire olmak ya da olmamak değildi, gerçekten aşkı sorgulama ihtiyacı duyuyordum, tıpkı su gibi. Ve yanıt bulamıyordum. Ne zaman bir yanıt bulabilmiştim ki? Tek bildiğim: Bulduğum gün, huzurdan öleceğimdi. Sonunda ölümün olması umrumda değildi, huzurla harmanlanmak, onun bir parçası olmak istiyordum. Belki de çok şey istiyordum. Zerre gerçekleşemeyecek şeyler için kafa yormak sorun değildi benim için. Sürekli bir şeyler umardım ve bu yüzden kendimi suçlu hissetmezdim. Ne yapacağımı bilmezken, ummaktan daha kudretli bir şey olabilir miydi?

Ciğerlerime biraz hava doldurmayı denedim, olmadı. Yatakhane ömrümden parçalar götürürken, koyduğum anlık klostrofobi teşhisiyle, yataktan doğruldum. Nereye gideceğimi biliyordum: Astronomi Kulesi. Oranın benim için özel bir anlamı vardı, onu orada görmeye aşinalaşmış bir ruha sahiptim. Onu anlatamazdım. Belki göreceğim en parlak yıldızdı, belki de keskin bir şimşek. Ayrıca huzuru da anlatamazdım. Huzur, o muydu? Çok ortak yönleri vardı: İkisine de ulaşmak istiyordum ve ulaşamıyordum. İkisinin de düşüncesi beni gülümsetiyordu. İkisi de daha çok ummamı sağlıyordu. İnancımı kaybetmek üzereyken aklıma gelişleri değil miydi beni kurtaran? Beni bir ucube olarak gören insanların hastalıklı nefeslerinden acilen kurtulmam gerekiyordu. İpek geceliğimin üstüne cübbemi sardım ve sessiz adımlarla yatakhaneden çıktım. Gürültülü bir şekilde çıksam dahi kimse beni duymazdı. İnsanların refleksi olmuştu bu: Glenn Dubois’yı önemsememek.

Farklı olmaktan memnun değildim, her saniyede yeni sorular üretiyor ve aralarında boğuluyordum. Hayat zordu ve bana pek de seçenek tanınmıyordu. Tarafından bir hiç olarak algılandığım hayatı neden bu kadar önemsiyordum? Ben: Glenn Dubois, bu benim işimdi. Beni önemsemeyen herkes umrumdadır. Garip bir yapım vardı ve yürümeye başlamıştım. Aklımda bir şey yoktu. Hiçbir şey. Bu benim için garip; ama kutsal bir durumdu, üstelik şikayet etmeye hakkım da hiçbir zaman olmazdı. Hafif poyraz ensemi yalarken, vücudumu bir ürperti dalgası sardı ve cübbem açıldı. Geceliğimde, “Ben bir bakireyim; ama bu gecelik çok eski.” yazıyordu. Kendi kendime gülümsedim. Ben hala bakireydim ve kızlar tuvaletinin efsanevi duvarında bununla ilgili bir dedikodu yazıyordu. İnsanlar benden neden bu kadar nefret ediyorlardı? Onlar gibi olmak istemediğimi fark ettiğimdeyse, aslında farklı olmaktan memnun olduğumda karar kılıyordum.

Kokusunu duyduğumda Tanrı’nın varlığına bir daha inandım. Sürekli kanıt aramayı bırakmıştım, en azından bu gecelik. Onun erkeksi kokusunun üzerime sinmesi hoşuma gidecek, sessizliğiyle dahi mest olacaktım. Beni büyülüyordu ve hücrelerimi kolayca eline geçiriyordu. Ona kapılmakta bir sakınca görmüyordum. Gözlerimiz buluştu, sustum. Gözleri dudağımı ısırmamı sağlamıştı, her zamanki saf bakışımla baktım ona. Yanına çıktım, elimi tuttu. Bu dört kelime, bedenimi delmeye yetmişti. Onun olmak istiyordum, diğer bir deyişle: Huzurlu olmak. Yanına oturdum, bana hükmediyordu ve otoritesi beni sarsıyordu. Başını omzuma yaslandı, tüm kalkanlar inmişti. Ona çaresizliğimi sunmak ve acizliğimi paylaşmak istedim. Yine sustum, beni delirtiyordu. Ellerini saçlarım arasına daldırdı ve midemde bir hareketlenme hissettim. “Midem.” diye fısıldadım, yüzümde hafif bir tebessümle. Huzur doluydum, Alistaire doluydum.

Üzülmeye eğilimli olan bizler miydik, yoksa hayat egolarına yenik mi düşmüştü? Cevabı verilmesi gereken sorulardan yalnızca biriydi bu. Kimsenin düşüncesini somutlaştıramayacak olması acıydı. Cevabı verilemeyecek şeylerde düşünmek hata mıydı, yoksa herkeste olması gereken gayret mi? Bir şey olmuyorsa zorlamalı mıydı, bırakmalı mıydı? Ben zorlardım. İmkansızın olmadığına gerçekten inanıyordum. En dipteki kutunun, en altına saklanmış bile olsa, her şeyin bir cevabı vardı ve Tanrı, cevapları bulmamız için var etmişti bizi. Yani büyük oyununda, küçük piyonlardan ibarettik. Şah da oydu, vezir de, at bile oydu. Kalelik seviyesine geçebilmekti tüm çabam. Bunlar İncil'den ayetler değil ya da Katolik Kilisesi'nde yetiştirilmedim. Sadece düşünülmeyen şeyler hakkında teoriler yaratmaktan zevk alıyordum. Belki de farklı olmak çabam, bilmiyordum; ama Glenn Dubois bu, ben buydum. Siz sevin ya da sevmeyin, umrumda değildi. Gerçekten.

Ne yapacağımı şaşırmıştım. Hiç ahım şahım bir insan olmamıştım zaten; ama bu sefer farklıydı. Şu dillere pelesenk olmuş ve aşinalığa mahkum ‘Boşluktayım.’ kalıbı var ya, o kalıba tam oturuyordum işte. Uğruna yaşayacak neyim var diye düşünüyordum çoğu zaman. Başta hiç diyordum, hayat gibi ben de bir hiçim. Sonra yanıma kardeşim geliyor, aşk hayatımın nasıl gittiğini soruyor ve etek giymememe rağmen, boyun kısa olması gerektiği hakkında yorumlar yapıyordu. Ardından ben soruyordum aşk hayatını ve aldığım cevap burnumu onun işlerine sokmamam gerektiğiyle bağdaş bir şeyler oluyordu. Koca bahçede beni kovalıyor ve sonunda da yakalıyordu. Sanırım kaderim buydu, yenilen taraf hep ben oluyordum. Sadece bu yenilginin sonucu huzur vericiydi, kollarının arasında gözlerim kapanıyor ve huzurlu bir uyku, ruhumu sarmalıyordu. Sanırım Steph olmasa çoktan ölmüştüm. Bonita Darchelle Dubois gibi. Diğer ya da asıl ben gibi.

Gideni geri getiremezsiniz, her ne kadar isteseniz de lanet düzen değişmez ve boynunuz bükük kalır; ama devam edersiniz. Etmelisinizdir. Eğer etmezseniz, yenik sayılırdınız çünkü. Yaşamın amaçsız olduğunu iddia ederdiniz; ama basit kılan, aynada belirginleşirdi. Değişim, her şeyin olmasa da çoğu şeyin parçasıdır. Hiçbir şey aynı kalmaz, evren değişmeye devam eder, sadece üzerine kurulu olduğu sistem aynıdır. Doğmak, yaşamak ve ölmek. Üç evreden ibaret yaşamın, ipleri sizdedir. İntihar edersiniz ya da bebeğinizi aldırırsınız. Bunların uğruna verilecek savaş bellidir, yenik düşmeniz için çeşitler vardır: Arzular, sevinçler, hüzünler, öfkeler, kısaca duygular. İstediğiniz kadar inkâr edin, kimse duygusuz değildir. Sadece bastırılmışlardır, beklediği yolda, engel olarak çıkar karşıya. Peki engelsiz yaşam mı daha memnun kılar sizi? Başta rahat olan, engelsiz yaşamı seçersiniz, ardından monotonluğun içinde boğulursunuz. İnsan kaderi, yaşamı çekici kılan şeydir. İyi ya da kötü. Bunun bilincine dört sene ardından varabilmem güzeldi. Cefakâr kader artık sözlüğümde olmayacaktı. Belki biraz zorlarsam şansa bile inanacaktım; ama ikinci şansa asla. Belki kimse kusursuz değildi; ama ikinci şans, gerçekten fazla kusurluların muhtaçlığıydı. Ekmekleri önüne neden atmalıydı? Üçüncü şansı bekleyecekleri için mi? Tıpkı bir köpeğin daim açlığı gibi. Biten yaşamlara karşın, hiçbir zaman bitmeyecekti bu döngü, biliyordum. İkinci şansı hakedenler hata yapmamış ve yapmayacak kişilerdi, dolayısıyla ikinci şans da yoktu.

Düşüncelerimi kusmalıydım; ama boşluğa, ona değil. Onunlayken susmayı seviyordum, umarsız düşüncelerimi bir başkasına bulaştırmayı değil. Bir kıymetliye hiç değil. Beni incelerken, midem biraz daha gariplik sergiledi. Gerçekten de bana sahip olmasını istiyordum, özgürlük zımbırtısı umrumda bile değildi. Bunu garipsemiştim, sol kaşım hafifçe havalandı. Bana yaklaşırken, kalbime bariz bir huzur doldu. Tam ortasına. Düzgün hatlara sahip yüzünde, çözemediğim bir şeyler vardı. Sanki af diliyordu. Kendimi fazla üstün hissettim, onun gibiler bana böyle yaklaşmazdı. Onu başkalarıyla aynı kefeye koyduğum için bir daha nefret ettim kendimden. Alistaire eşsizdi, eşi olmak isteyen bir Glenn Dubois olduğunu saymazsak, öyleydi. Çenemi kavradığı anda, nefesim gerçekten de kesildi. Orada öylece durabilirdim, hem de saatlerce. Dudaklarını hissettiğimde ise çığlık atmak geldi içimden. Belki de gerçekten benim için de bir şans vardı. Bu an büyülüydü; ama kusursuz olmasına ramak kala, bir engelle karşılaşmıştım. Gözleri. İçimi eriten gözleri benimle ilgilenmiyor muydu? Belki ilgiye muhtaç bir kız değildim; ama hüzün ve sevinçle karışık bir şekilde kendime itiraf ediyordum ki: Bu, onun için geçerli değildi.

“Benden bakışlarını kaçırma.” dedim ciddi bir sesle, duyguyu yok ediyordu. Bir zihinfendar olmak istedim o an, normalde uzaklaşmak istediğim diğer insanların düşüncelerini dipsiz bir kuyuya fırlattım. Karşımdaki genç adamın düşüncelerini duymak, tatmak hatta yaşamak istiyordum. Onunla yaşamak istiyordum. Gitsin, özlem duyayım istiyordum. Sonra bundan vazgeçiyordum, giderse ne yapardım? Belki ölmezdim, nefes almaya devam ederdim; ama kalbim eksik olurdu. Bir de huzur. İnancım da puslu tarihle gömülürdü, değil mi? “Alistaire.” Küçük bir mırıltıydı dudaklarımdan çıkan. Tatmin olmasını bilen biriydim; ama daha fazlasını istiyordum. Alistaire tüm düşüncelerimi değiştirirken, onunla o kadar doluydum ki, şikayet edemiyordum. Bırakıyordum beni değiştirsin, belki onun olmam daha az zaman alırdı. Kendimi, onun kollarına bırakmaya henüz hazır değildim; ama yüzümü yanağına gömdüm. Suratım kaşınmıştı, tıraş olmayalı birkaç gün olmuş olmalıydı. Nefesimi tuttum, gülümsedim. O kadar mükemmel bir andı ki, daha şimdiden tereddütlerle beslenmeye başlamıştım. Hiçbir zaman anı yaşayabilen biri olmamıştım maalesef. Beni göremeyeceği bir şekildeyken, dudaklarımı emdim. Tanrım, tadı o kadar güzeldi ki! Diğer kızlardan olmamak için kendimle savaşa girmişken, ondan gelecek herhangi bir cümle ya da hamleyi acizce bekliyordum.

Siyah ya da beyaza değildi korkum, griden ibaretti. İyilik ya da kötülüğü seçmekten değil, ortada kalmaktan korkuyordum. Kararsız tipler yaşamı değersiz kılınanlardı ve o silsilenin beni yutmasına izin vermeyecektim. Tek bildiğim, hiçbir şey bilmediğim miydi gerçekten? Yenilgiler miydi ölümden beter, yoksa ders mi aldırırlardı? Çirkin yolla güzel yaratılamazdı, bakirelik için sevişilemeyeceği gibi. Çıkmaz yolun sonunda, insanın sesini duyuramayacağını bile bile bağırması, sıradan ve basit bir refleks miydi? Belki de son saniyelerini duyurmak istiyordu insan, son acısını tatmayı. Yalnızlığı. Yanında olacağını iddia eden bir sürü yüzden istemeden soyutlanmasını. Değersiz miydim? Bana hayatı sorarsanız, uzun bir kaçış olduğunu söylerdim. Herkes adil yaratılmıştı, hayatta bozulan denge, son anda eşitlenecekti. Herkes yalnız ölecekti. Fazla realisttim ya da değildim. Gerçekleri bilmeye bir ad veriliyorsa belki de o ad, bana Bonita'dan -Darchelle- daha çok yakışırdı. Ben gerçekliğin simgesiydim. Yüze tokat gibi çarpan rüzgâr da bendim, bıraktığı pişmanlık da bendim, verdiği acı da bendim. Peki olmaktan memnun muydum? Herkesin aynı biteceği bir oyunun başlangıcında, çırpınmamayı öğreneli on yedi sene olmuştu. Bana ucube diyenlere bir şey demeye tenezzül bile etmeyecek kadar olgundum.

Alistaire karşısında ne yapacağımı bilememem normal miydi? Hayatım planlı ve normal işlerdi, terazide dengeler bozuk değildi ve giderek bozuluyordu. Üste çıkan taraf Alistaire olurken, düşüşe geçmeyi önemsemiyordum. Hayat neden bu kadar zordu? Kolay olsaydı aynı tadı alabilir miydim? Onunla üçüncü bir kimlik kazanmayı o kadar çok istiyordum ki. Geçmişim içki, geleceğimse sarhoştu. Aklımı kurcalayan o kadar çok şey vardı ki, bazen hiç doğmamış olmayı istiyordum. Ucu belli bir uçurumda ayakta kalmaya direten ve hayattan bezdiğini melankolik tavırlarla vurgulayan basit bir kızdım ben sadece, kim beni önemserdi? Stephan. Onun gibi bir kardeşe sahip olduğum için kiliseye gitmeliydim. Sahi, en son hangi pazar gitmiştim? Steph, benim için masumiyetin beden bulmuş haliydi. On altı yaşında bir körpe olan çocuğun yüzünden saflık akıyordu. Gerçekten de duru bir yüzü olan Stephan'ın olgunluğu şaşırtıcıydı. Kötü anlarımda -yani her zaman- çoğu büyük sınıftan bile akıllı bulduğum genç adamın omzunda bulurdum kendimi ve bu bana her zaman güç vermiştir. Dayanak noktamın Steph olduğunu bir kez daha anladığımda, yanağımı genç adamın yanağına sürtüyordum ve içim gıdıklanıyordu. Bana her zaman hatırlayacağım bir anı hediye etmişti ve ona minnet duymaktan başka bir şey yapamazdım.

“Bakıyorum.’’ dedi genç adam. Çatallı çıkan sesi içimi fişeklemişti. Onun sessizliğinin yanında sesine de hayrandım. Sahi, hayran olunmayacak tarafı mı vardı? Birinde kusur bulmaya çabalamazdım, en azından onda. Çabalarımın boşa çıkacağını biliyordum. Devam etti: “Ve kendimden bir parça görüyorum. Gözlerine yakışmıyorum. Kirletiyorum onları. Sonra bencilliğim giriyor araya ve dünyada bu yaptığımdan daha huzurlu bir duygu olmadığını hatırlatıyor bana. Birini kirleterek huzurlu olmak istemiyorum.” Bir insana aşık olmak fizikten fazlasını gerektirirdi. Seçim şansım yoktu, Alistaire Desmond tekti ve ona aşık olmam için nefes alıyordu. İstediklerini elde etmek güzel bir duygu olmalıydı; zira onun çekimine fazlasıyla kapılmış, buna bir tanı koymama da az kalmıştı. Gülümsedim. Düşüncelerini sonunda söylemiş olması beni mutlu etti. Aramızda yıkılmayacak duvarlar olmamalıydı, o zaman başlamadan biterdi. Avuçlarına ilişti gözüm, sıkılmış avuçlarına. Avuçlarını açtım ve parmaklarımızı kenetledim, hiçbir fiziksel temas beni böyle etkileyemezdi. “Bencillik ne biliyor musun sen?” dedim yumuşak; ama ciddi bir tonda. Gözlerine bakıyor, kaybolmak ve kaybolmamak arasındaki ince çizgide yürüyordum. Benimkilere nazaran kalın parmaklarını hafifçe sıkarak, ekledim: “Benim olmanı istemek.” Ellerini yavaşça bıraktım ve boynunu tuttum. Bana bakmalı, her cümleyi, kelimeyi, harfi çözmeliydi. Benim için ne anlama geldiğini anlamaya çalışmalıydı, yoksa gerçekten de bir hiç uğruna yaşıyormuşum gibi hissederdim. “Beni bencilleştiriyorsun Alistaire. Günahlarımdan arındırıyorsun ve temizliyorsun. Eğer beni kirlettiğini düşünüyorsan, bırak da kirli kalayım, bu beni rahatsız etmiyor.” Nefesimi tuttum ve cevabını beklemeye başladım.

Alistaire ile aramızdaki şey neydi? Arkadaşlıktan öte bir duygu olduğunu anlamak zekilik gerektirmiyordu. Beni ürküten, fazlasıyla aynı oluşumuzdu. Tanrım, birbirimizden sıkılırsak ne olacaktı? Bazen onun ne yapacağını tahmin edemiyordum; ama buna da giderek aşinalaşacak olma düşüncesi beni delirtiyordu. Belki de çok sık görüşmemeliydik, yine aptal düşüncelerim kollarımı bağlamıştı. Burnum tıraş losyonu, nane ve baharat dışındaki kokuları algılayamaz hale gelmişti. Bir de onun kendine özgü kokusunu. Keşke o kokuyu bir kutuya hapsetmek mümkün olabilseydi diye düşündüm. Bana tonlarca kutu gerekebilirdi. Sonra bu düşünceden vazgeçtim, o olmadan, kokusu bana ne hissettirebilirdi ki? Hem onun üzerime sinmiş kokusuyla uyumaktan daha güzel ne olabilirdi? Birkaç damla huzrun kanıma geçmesi... Alistaire, ben bir deliyim. Ve sen, beni daha da delirten, sana kapılma düşüncesi bile hoş. Ciğerlerime biraz daha hava doldurdum, ona bu kadar kapılmamalıydım, yoksa ağzımdan derin mevzuların kaçma ihtimali katlanarak artacaktı.

Bunun üzerine, içimde Bonita olayını paylaşma dürtüsü oluştu; ama bu kusursuz -sonunda gözlerime bakmaya başlamıştı- anı lekelemeyi gerçekten de istemiyordum. Aklıma Stephan'la olan konuşmamız geldi, bu garip hissetmeme sebep oldu. “İraden Marq. Güçlü bir iraden var. Biriyle çok yakın olacaksın, yine de Slytherin meselesini kimse duymayacak.” demiştim gergin bir şekilde. Stephan'ı, seneler önce ismini bile hatırlamadığım sarışın bir kızla öpüşürken görmüştüm ve bunu deme gereği duymuştum. Sonuçta duygusal bir çocuktu ve anlık gaflar kaçınılmaz olabilirdi. “Evet.’’ demişti Stephan da. Ardından da birbirimizin en değerli varlıkları olduğumuzu söylemiştik, aynı anda. Hayatımın en değerli parçasıydı o ve Alistaire, beni fazlasıyla zorluyordu. Kardeşimi sıkça uyardığım bir konuda ilk fireyi ben mi verecektim? Stephan, sözlerimi tutamayacak kadar güvenilmez olduğumu düşünürdü. Durdum. Öylece durdum. Alistaire, bunu bilse ne derdi? Şaka yaptığımı falan düşünmesi olasıydı, ne de olsa Slytherin soyundan birilerine rastlamak çok da doğal sayılmazdı.

Kucağıma yaslandığında, kendime geldim. Ona ısımı ve kalbimi sundum, sıcaklıklarımız eşitlenirken, kalbimin eksik kaldığını hissettim. Klasik kız kompleksi ya da her neyse, onun beni sevdiğinden emin değildim. Tanrı aşkına, emin olmam mümkün müydü? Onun gibi biri ve ben... Bu bir peri masalıydı ve realist kişiliğimle derin bir ironi yaratıyordu. Bana sarıldı, giderek daha da sıkılaştı kolları. Vücudum bana dar gelmeye çoktan başlamıştı; ama bu tarifsiz bir duyguydu. Yine düşünmeye koyuldum: Bu kesinlikle bir rüyaydı. Stephan neredeydi, saçımı çekmesi falan gerekiyordu. Boşvermeyi denedim, bu bir rüyaysa, güzel bir rüya olmalıydı. Neden tadını çıkarmayı denemiyordum ki? Kafamı kaldırdım ve gökte kaybolmayı denedim. Olmadı, tekrar indirdim başımı. Hala oradaydı. Kendimi tutamayarak eğildim ve dudağının biraz kenarına ufak bir öpücük kondurdum. Ardından birden çekildim, kafamı tekrar kaldırdım ve sanki ben yapmamışım gibi ıslık çalmaya başladım. Herkesin biraz çocuklaştığı zamanlar olurdu, değil mi?

“Ne yaptığını zannediyorsun sen?” diye çıkıştı genç kız. Küçük kardeşine, babası tarafından yapılan lanetleri öylece izleyemezdi. Ona birkaç büyü yollarsa olabilecekleri düşündü ve yüzü buruştu. Slytherin soyundan birine kafa kaldırmak? Üstelik de ikinci sınıftayken? Durumdan nefret etti, karşısındaki adama, yaşıtları dahi baş kaldıramazken, o ne yapabilirdi ki? Bunlar birden zihninden çıktı ve hızla atıldı, Marq’ı kendine doğru çekti. Gözleri yaşlarla dolmuş kardeşine sıkıca sarıldı ve o an kendine bir söz verdi: Onu asla bırakmayacaktı. Adamın katlanılamaz ses tonu, Bonita için ölüme eş değerdi, hatta daha fazla acıtıyordu. “Sizden utanıyorum. Asil soyumuzu lekelediniz!” Duraksadı Bonita. Ondan utanıyor olması, kalbine derin bir ağrının girmesine sebep olmuştu, geriye doğru sendeledi. Her yer giderek kararırken, Marquis Slytherin, son lafını söyledi: “Yeter artık! Biz gidiyoruz, merak etme, bizi bir daha asla görmeyeceksin.” Ve öyle de olmuştu, Bonita Darchelle Slytherin, babasını beş seneye yakın bir zamandır görmüyordu. Pişman mıydı? Pişman olmaktan pişmanlık duyan biriydi, bu kavram, en az baba kavramı kadar iğrenç geliyordu ona.

Şu anki durumumu gözden geçirme ihtiyacı duydum. Diğer ismim Bonita değil huzurdu adeta. ‘Erkeğim’ sıfatını yakıştırdığım kişi kucağımda uyuyordu ve ben, tüm sorumluluklarımı bir kenara fırlatmıştım. Arada bir esen rüzgar, onu daha da sıkı sarmalamama sebep oluyordu. Sanırım ne olduğunu biliyordum: Her ne kadar Alistaire Desmond’a aşık olduğumu anlamam epey uzun bir zaman almış olsa da. Gerçekten muggle filmleri dışında aşk olabilir miydi? Hala bir rüyada olduğumu düşünüyordum. Bu bir klişeydi, evet; ama daha mantıklı bir açıklamam yoktu.

Yüzünü incelemeye başladım. Çıkık kemiklerini, düz tenini lekelemeye gücü yetmeyen sakallarını ve gözlerini. Başkasının gözünde, benim gözümde olduğu kadar yakışıklı değildi belki; ama aşkın, insanları güzelleştirdiğini duymuştum ve kanıtı tam karşımdaydı, değil mi? Düşüncelerime o kadar dalmıştım ki, konuşana kadar çocuğun uyandığını fark etmemiştim. “Lütfen kalkma. Kolların sayesinde nefes almak için büyük çaba harcıyorum ama olsun.” Dedi Alistaire, ardından da kolumu öptü. Derin bir nefes aldım, onun kokusunu duyumsamak, cennetin bahçesinde koşmak gibiydi. Ya da bir bebeğin pamuk şeker heyecanı. Gülümsedim, kollarımı gevşetmeye hiç niyetim yoktu; zira tek santim dahi kıpırdarsam, uçup gidecekmiş gibi hissediyordum. Belki de bu asıl bencillikti; öyleyse Alistaire, beni kesinlikle bencilleştiriyordu. Hafifçe fısıldadım: “Bir yere gitmiyorum.” Ona ömrüm boyunca orada kalabileceğini söylemek istedim; ama yapamadım. Aşık olduğumdan emin olsam dahi kendimden emin değildim. Ya anlık bir hevese kurban gidersem? Kendimi asla affetmezdim, tek bildiğim buydu.

Eli, tekrar saçlarımı buldu. Her telin canlandığını, ince ve basit tellerden ibaret olmaktan çıktığını izledim. Her hücremi harekete geçirmeliydi. Belki bu hormonlarımın sorunuydu; ama sonuç olarak: İstediğim bir şeyden kolay vazgeçmezdim. Hem ondan utanmam doğru olur muydu? Ne de olsa ‘şey’ sayılırdık. Tanrı aşkına, onu seviyordum. Beni kendine çekti ve sarıldı. Beni hiç bırakmamasını söyleyecektim; ama kelimeler dilimin yolunu karıştırdı. Ona doğru eğildim, nefesimi, yavaşça tenine bıraktım. Dudağım, burnuna masum bir öpücük kondururken, bilincimi tamamen yitirmiştim. Biraz daha aşağı indim; ama aramızda, kapatılmayı bekleyen, o iki santimi kapatamadım. Ürkek bir kuş misali durdum; çünkü onu öpersem, yok olacak gibiydi.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
Vis Sanctus
Kutsal ışık|| Yaratıcı
Kutsal ışık|| Yaratıcı
Vis Sanctus


Mesaj Sayısı : 482
Kayıt tarihi : 07/11/10

Lachesis. Empty
MesajKonu: Geri: Lachesis.   Lachesis. Icon_minitimePaz Mart 06, 2011 1:53 pm

Gerekli Uzunluk= 10 puan
Anlatım= 20 puan
Renklendirme/Görünüm= 10 puan
İçerik/Kurgu= 22 puan
Akıcılık= 10 puan
İmla= 10 puan
Paragraf Düzeni= 5 puan
Tutarlılık= 3 puan

Toplam= 90
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
 
Lachesis.
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-
» Lachesis.
» Lachesis.
» Lachesis.

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
Contraria Vocantum Rpg :: Yönetim :: Rp Gücü Hesaplama-
Buraya geçin: